Armağan
2020 Nisan ayında babamın kanser hastalığıyla tanıştığı haberini aldım. Durumu tıbben, iyileşmeye en uzak noktada gözüküyordu.
Vermemiz gereken kararlar ve çizmemiz gereken bir yol haritası vardı. Ailecek şaşkın ve birbirimizle paylaşacak herhangi bir fikrimizin olmadığı, kararsız bir aşamadaydık. O günlerden birinin akşamında bu konu hakkında kitap araştırmaya başladım. Bir tanesi bana ihtiyacım olan umudu ve netliği vermişti. “Kanser İyileşir” adlı kitabı satın alıp direk babamın adresine, adına postaladım.
Ertesi gün babamdan şu mesaj geldi;
“Paketi açınca Sultan Selim ile Hasan Can geldi aklıma. Teşekkür ederim.”
Sultan Selim ve Hasan Can hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Tabiki internete baktım. Bir kaç hikaye vardı ama durumla, bizimle ona yolladığım kitapla bir ilgisi yoktu. Söyleyemediklerinin bir ifadesi olan olan hediyemin karşı tarafta ne uyandırdığını ve bunun karşılığında onun bana ne demek istediğini anlamadım. Belki garip gelecek ama o günden sonra bu boyutta geçirdiği bir buçuk yıl boyunca da bunu ona sormadım. Sadece ara ara internette hayatlarını bir kaç kez arattım, bir kaç video izledim. Kapalı bir hediye paketini açmadan, ağırlığına, sesine bakarak yoklamak, içinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışmaktı benimkisi. İçinden beni mutlu edecek bir şey çıkacağını içten içe biliyordum. Ve bu anı daha sonrası için saklıyordum.
Hastalığın bize anlatmak istediklerini mümkün olduğunca anlamaya çalışarak ailecek huzur içinde bir buçuk yıl geçirdikten sonra babam gitti.
Gittiği hafta verdiği armağanı yeniden açmak için uğraştım. Sultan Selim ve Hasan Can…
Yok.
Yoktu.
İkimize uyan bir hikaye yoktu. Pişman oldum. Kızdım kendime. Neden sormadım? Ne demek istediğini anlamadığımı neden söylemedim diye.
Bir kenara bıraktım sonra bu paketi. Unuttum. Ta ki dün geceye kadar.
Birden aklıma geldi. Uykumun arasında tekrar haklarında ki hikayelerde kaçırdığım şeyler var mı diye yokladım hafızamı. Yetmedi, kalktım. Yeniden yazdım internete, arama butonuna. Sultan Selim ve Hasan Can…
Bu sefer görsellere tıkladım ve karşıma şu yazı çıktı;
“Sultan Selim ve Hasan Can, Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerler. Nedendir bilinmez Yavuz Sultan Selim, yoldaşına takılır.
-Hasan Can kahvaltı yaptın mı?
Hasan Can cevap verir;
-Beli (evet) Sultanım!
-Yumurta seversin değil mi?
-Beli (evet) Sultanım!
Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler...
Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul’a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu’nadır. Sultan ansızın Hasan Can’a döner;
-Nasıl bre?
Cevap ışık hızıyla gelir:
-Rafadan sultanım!
Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... “Hemhâl olmak” denilen şey bu olsa gerek.”
Gece uykumda kapı çalmış, bir kargo gelmiş. Bir armağan. Kutuyu aldım, açtım. İçinden bu cümleler dökülüverdi…