Zamansız Geçen hafta kuzenimle, harekete geçememek konusunda dertleşiyorduk. Ufak bir adım gerektiren çok basit durumlarda bile, zihin fısıltılarına hapsolup o adımı atamıyor olmaktan ikimizde şikayetçiydik. Yapılması gereken işler bir yanda duruyordu, biz bir yanda. Bir şey bizi durduruyordu neydi o? Ve o şey nasıl üzerimizde bu kadar hakimiyet kurabilmişti? Sohbet sonunda, ikimiz de aynı hastalığın ilacına ihtiyacımızın olduğunda hemfikir olduk. Demek, adını henüz teşhis etmediğimiz bu hastalık kişiler de aynı davranış şekillerine neden oluyordu. Ertesi gün hafta sonu çıkacağım kısa bir tatil için hazırlık yapıyordum. Uzun zamandır kullanmadığım bir ayakkabıyı ararken, dolabın ücra köşelerine elim uzandı. Bulduğum kutuyu aradığım şey sanarak açtım. Karşıma bir dolu zarf çıktı. Bir kaç zarfı açıp baktım. Üniversite yıllarında arkadaşlarım tarafından yazılmış mektuplar, çeşitli özel gün kartları fotoğraflar buldum. Kutuyu boşalttım. Zarf yığınlarını kucaklayıp, döndüğümde hepsini açıp okurum diye, içeri odada boş duran bir sepete doğru götürürken, bir tanesi kucağımdan yere düştü. Zarf arkası dönük düşmüştü ve gönderici isminde Ahmet Çetinkaya yazıyordu. Babam… Şu an bu boyutta bizimle birlikte yaşamıyor olduğundan kaynaklı sanırım, diğer mektupları seyahat dönüşü okumak için sepete bıraksam da onunkini hemen, heyecan içinde açtım. Mektup şöyle başlıyordu; “Benim için seçtiğin güzel kağıda yazdığın mektubunu aldık. Hepimiz sırayla okuduk. Dediğin gibi mektuba başlamak, yazmaya başlamak, bir işe başlamak bazen zorlar… Kafaya “nereden, nasıl başlamak?” sorusu çörelendi mi, uğraştırır durur! Abdulkadir Duru, insanın bu oluşuna “mi?” hastalığı diyor! Öyle mi yapsam, böyle mi yapsam? Şunu mu yazsam, diye mi’ ler kafayı istila eder ya?..  İşte ona böyle teşhis koyuyor. Tabii bu durum insanı tereddüde sokuyor. Kurtuluş reçetesi de “Tereddütle yapılan kardan, tereddütsüz yapılan zarar daha iyidir, deyip çıkmak… Onun için mektuba, bismillah deyip içinden ne geliyorsa onları kağıda dökmek en iyisi… İşte bende mektubuma böyle başladım!” Birilerine zamanın olmadığını söylediğim de, nasıl yani dedikleri oluyordu. Tatmin edici bir cevap bulamıyordum bazen. Çünkü bir şeye inanmak için onu yaşamak gerekiyor. Kimsenin  deneyimlemediği şeyi algılayabileceğine inanmıyorum. Bu yüzden, ikna etme çabasını boş buluyorum ve yapmıyorum artık. Ama yinede yazmadan geçemeyeceğim bir şey var. Mektubun yazıldığı tarih, 26 Nisan 2002… Belki gene kimseyi ikna edemem ama ben o mektubun dün kuzenimle konuşurken ikimiz için yazıldığına eminim. Çünkü 2002 yılında, o mektup eline geçip okumuş olan benim, o mektubun içeriğini anlamamış olmamın imkanı yok. Benim o yıllar, o yazılanları okuyabilecek gözlerim yoktu çünkü. Kuran’ da gözleri kör, kulakları sağırdır onların diye bahseder böylelerinden… Elbette, kulağı duymayan ve gözü görmeyen kızına bunları anlatacak kadar şuursuz değildi babam… Ama ona bunları bir yazdıran vardı ve zamanı geldiğinde okunacağını ve anlaşılacağını biliyordu. Mektup tam vaktinde, kör gözleri açılmış ve sağır kulakları artık hakikat gerçekleri duyabiliyorken eline ulaşmıştı. Tam zamanında ve de zamansızca… Bana da mektuba karşılık vermek düştü. Bu yüzden bugün bunları size anlattım. Okuyan herkese tam zamanında ulaşacağına eminim… Tabii mektubuma başlamadan yine tereddütler sardı beni, mi’ler acaba’lar... Fakat arkasından başka bir ses, Kesin Karar adlı bir gazeteye de yayınlanacak bir yazıyı, nasıl olurda tereddüt içinde yazarsın dedi. Ve bu sesi dinleyip acaba’ları fısıldayan o yaramaz cinleri de kovdum. Umarım bir daha gelmezler… Ve bir kez daha anladım ki her zaman her konuda doğru sesi dinlemek lazım… Daha derinde fakat daha güçlü olan o sesi. İpuçlarını takip et!