HİKMET
Osmanlı döneminde, birinci ulaşım aracı atlarmış. Bu yüzden de atların üzerlerinde biriken toz, kir, kepek ve çamurların giderilmesi için temizlenmeleri gerekiyormuş. Tüylerin bir çeşit tarak yardımıyla taranması şeklinde olan bu çalışmaya tımar adı verilmiş. Her gün bakıma ihtiyacı olan atlar yaklaşık bir saat boyunca günlük tımar edilirmiş.
İş gücünün oldukça önemli olduğu bu dönemde, bu görev basit görüldüğünden psikolojik rahatsızlığı olanlara, zihinsel geriliği olanlara yani topluma katkı sağlaması çok zor durumda olan kişilere verilmiş. Ve zamanla bir şey fark etmişler. Atların başına hangi psikolojik rahatsızlığı olan kişi gelirse gelsin, o kişi zamanla iyileşiyormuş. Ve bu gelişme psikolojik problemi olanları at tımar etmeye yönlendirmiş. Yani tımar etme işi için en uygun kişiler halk deyimiyle deliler, deliler için ise en faydalı yer tımarhaneler olmuş.
Deli, kelimesini oldum olası sevimli bulmuşumdur. Bir aşağılama içerdiğini de hiç düşünmedim. Çünkü deliliğin de hepimizin içinde olduğuna inanıyorum. Dönem dönem içinden geçip gidiyoruz. Fakat geçip gidemeyenlere deli diyoruz. Onlar üstleniyor sadece bu sıfatı. Oysa herkes az ya da çok delidir.
Mahallemizde elinde kırmızı gülle dolaşan biri vardı. Kırklı yaşlarda, uzun boylu, zayıf ve uzun saçlı bir adamdı. Sabah işe giderken karşılaşırdık çoğunlukla. Mesaiye gider gibi kalkıyordu. Muhtemelen her gün aynı çiçekçiye gidip kırmızı bir gül alıp sokaklarda akşama kadar onu koklayarak dolaşıyordu. Oldukça ciddi biriydi, onu kimseyle birisiyle konuşurken hiç görmedim. Bir görevdi onun için sanki gül koklamak. Her zaman da bir tane olurdu elinde, rengi hep aynı, bir kırmızı gül…
Yedi sekiz yıl, onun bu yaşayışına şahitlik etim. Sonra ortalıktan kayboldu, sanırım öldü. Onu unutmadım, unutacağımı da zannetmiyorum. Çünkü bende merak bıraktı. Neden bir gül, neden kırmızı ve neden vazgeçilmez?
Bu “tımarhane” isminin hikayesi bana onu yeniden hatırlattı. Onun gül koklamasıyla çok benzerdi at tımarlamak. Aynı şeyi her gün yapmak, birinde bir koku var hissedilen, atı tımarlarken ise bir dokunuş...
Muhtemelen kendilerini hissetmelerini sağlıyordu bu rutin onlara. Belki unutmuşlardı hissetmeyi. Zihinlerinin karmaşasından, düşüncelerinin karanlığından bir kurtuluş yolu olmuştu, çıkış yolu. Bir şeye, tek bir şeye odaklanıp yeniden hissetmeyi başarmak…
Tabii bilmiyorum, bilemiyorum net olarak. Sadece bir yerlere giderken ya da dönerken, kafamda hep boğuştuğum bir şeyler varken, onunla karşılaştığımda ondaki sakinliği ve o gülü koklarken hissettiği şeyi kıskanıyordum. Yüzünde ki huzuru ve o dünyayı takmayan, gülünden başkasını gözü görmeyen halini kıskanıyordum.
Deliliğe özendirdirmek gibi olmasın yazacağım ama koca bir tımarhane değil mi zaten dünya?
Bu tımarhanede akıllı kalanlara helal olsun. İtiraf edeyim bende biraz var. Var bir tık delilik.
Olsun.
Zaten ne demiş Filibeli Ahmet Hilmi;
“-Yoklukla varlığın bir tek şey olduğunu kim ispat edebilir ki?
-Bilmekle bilmemeyi bir tutan deliler.”
Bilmekle bilmemenin aynı olduğunu çözmek, hikmet!