Kıyamet Günü Yaratıcı’ya Anlamlı ve Onurlu Bir Hikâye Anlatabilmeliyim Her insan bir hikâye taşır içinde. Doğumla başlayan, ölüme uzanan bir hikâye. Fakat bu hikâye, yalnızca doğum ve ölüm arasında sıkışıp kalmaz. Onun kökleri mazinin karanlıklarına, dalları ise ebediyetin ışığına uzanır. Ayşe Şasa’nın o veciz ifadesi, işte bu evrensel sorumluluğu hatırlatır bize: “Kıyamet günü yaratıcıya anlamlı ve onurlu bir hikâye anlatabilmeliyim.” Esasen bu söz, basit bir dilek değil, ağır bir sorumluluğun ifadesidir. İnsan, sadece kendi yaşamının değil, aynı zamanda insanlığın bütün hikâyesinin bir parçasıdır. Hikâyesini güzel yazmak, varoluşun hakkını vermek demektir. Ancak sorulması gereken asıl soru şudur: Bir hikâye nasıl onurlu ve anlamlı olur? İnsanın hikâyesi, yalnızca kendi eylemleriyle değil, eylemlerinin niyetiyle de bir anlam kazanır. Tolstoy’un İtiraflarım adlı eserinde dile getirdiği şu sorgulama bu bağlamda önemlidir: “Hayatın anlamı nedir? İnsanın acıları ve sevinçleri neden vardır?” Tolstoy, kendisine bu soruyu sorduğunda hikâyesinin boşlukta savrulmasına izin vermez. O, hayatı bir ahlaki bütünlük içinde yeniden yorumlar. Çünkü biliyordur ki anlam, sadece bireysel mutlulukta değil, daha büyük bir bütüne hizmette saklıdır. Ayşe Şasa’nın sözleri de bunu hatırlatır. Hikâyemizi anlatacağımız gün geldiğinde, içi boş başarılarla dolu bir masal mı anlatacağız yoksa fedakârlıklarla yoğrulmuş bir destan mı? Onurlu bir hikâye, tercihlerimizin bedeliyle inşa edilir. Albert Camus’nün Sisifos Söyleni tam da bu noktada anlam kazanır. Camus, Sisifos’un anlamsız bir taş yuvarlama eylemini bile bir anlamla doldurabileceğini söyler. Çünkü insan, koşulları ne olursa olsun seçme özgürlüğüne sahiptir. İşte bu özgürlük, hikâyeyi onurlu kılan temel unsurdur. Bir öğretmen olarak öğrencinizin hayatını değiştirdiğiniz an, bir ebeveyn olarak çocuğunuzu doğru yola yönlendirdiğiniz zaman ya da bir muhtacın hayatına dokunduğunuz gün... Tüm bunlar, kıyamet günü hikâyenizi anlamlı ve onurlu kılacak parçalardır. Tıpkı Tanpınar’ın Huzur’unda olduğu gibi. Tanpınar’ın kahramanı Mümtaz, varoluş sancıları arasında sıkışıp kalmıştır. Ancak onun hikâyesi, kendi iç dünyasında verdiği mücadeleyle anlam kazanır. Mümtaz, “hayatı anlamlı kılma” derdindedir. Bu çaba, insanın hikâyesini onurlandıran durumlardan biridir . Ayşe Şasa’nın o güzel cümlesi, bize bu noktada şu soruyu fısıldar. Hayat bir gün bize sorulduğunda, “Evet, işte bu benim hikâyem,” diyebilecek bir cesaretimiz olacak mı? Ya da o gün, hikâyemizin her satırını savunabilecek bir cesaretimiz kalacak mı? Kıyamet günü, her insanın kendi hikâyesinin tanığı olduğu bir gündür. O gün, yazdığımız her satır, yaptığımız her tercih, sustuğumuz her an bizimle konuşacak. Dante’nin İlahi Komedyası’nda olduğu gibi. Hayatın sonunda cehennemi mi yoksa cenneti mi bulacağımızı kendi hikâyemiz belirleyecek. Bu yüzden, şimdi bir durup düşünelim. Hikâyemizin kalemi bizim elimizde mi? Yoksa bir başkası mı yazıyor hayatımızı? Kıyamet günü geldiğinde, kendi hikâyemizi anlatmaktan başka çaremiz kalmayacak. O gün, anlatacak anlamlı ve onurlu bir hikayemiz olması dileğiyle...