Mezarlıkta Görkemli Bir Sessizlik
Mezarlıklar, insanoğlunun tarih boyunca ölüme verdiği anlamın somutlaştığı en eski ve en samimi alanlar. İnsanların hayatları boyunca kurdukları karmaşanın son durağı, bedenlerin toprağa karıştığı, zamanın insafsız akışının bir an için bile olsa durduğu yerlerdir.
Sessizlik, burada salt bir yokluk değil, yaşamın kendisini yansıtan bir aynadır. İnsanlar, hayatta kalma mücadelesi verirken ne kadar gürültücüyse, ölümün kapısından geçtikten sonra o kadar suskundur. Ancak bu suskunluk, bir tür unutulmuşluk değil, bilakis bir çeşit kabulleniştir. Ölümün sessizliği, hayatın yankısıdır. Belki de bu yüzden, bir mezarlıkta yürürken hepimiz içsel bir sorgulamanın eşiğine geliriz.
Bir an durup düşünelim. Yaşam dediğimiz bu çalkantılı nehir, sürekli akarken dalgalarıyla savrulup dururken mezarlıklar, nehrin durulduğu o sakin göllerdir. İnsan hayatı boyunca haykırır, sevinir, ağlar, arzular peşinde koşar. Ama sonunda hepimiz, bu görkemli sessizliğin bir parçası olmaya mahkûm hâle geliriz.
Her mezar taşı, bir hikâyeyi taşır. Bir başlangıç ve bir sonu… Ancak bu hikâyelerin arasında her zaman boşluklar vardır. Bilinmeyen, söylenmeyen, hatırlanmayan… İşte bu boşluklar görkemin ta kendisidir.
Sessizlik, lisanı hâliyle tepkidir bir anlamda. Ludwig Wittgenstein’ın “Üzerinde konuşulamayan hakkında susmalı” deyişi, mezarlıkların dile getirdiği şeyi anlamamız için önemli bir anahtar olabilir. Mezarlıkta hüküm süren sessizlik, konuşulamaz olanı anlatır. Ölümün doğası, yaşamın geçiciliği, zamanın sonsuzluğu...
Her mezar, insanın kendi ölümüyle barışma çabasını yansıtır. Mezarlıklar sadece ölülerin değil, yaşayanların da mekânıdır. Yaşayanlar, burada ölümle yüzleşir ve kendi hikâyelerinin bir gün buraya ekleneceğini kabullenir. Sessizliğin görkemi, bu farkındalığın getirdiği tevazu ile şekillenir.
Belki de mezarlıklar, sonsuzluğa açılan kapılar olarak görülmelidir. Sessizlik, bu kapının önündeki eşiği oluşturur. Sessizliğin derinliklerinde yankılanan görkem, ölümlü olanın ölümsüz olana dokunuşudur. Bir mezarlıkta yürürken hissettiğimiz o tarifsiz huzur ve ürperti, tam da bu karşılaşmadan doğar.
Memento mori, “Öleceğini hatırla, bir gün öleceksin, bunu hatırla” manasında bir Latince özdeyiş. Stoa ekolünden bir filozof da olan Roma imparatoru Marcus Aurelius, bu sözü ara sıra kendisine hatırlatması için yanında hep birini bulundururmuş. Çünkü ölümün sessizliğinde geçmişin izleriyle geleceğin bilinmezliği iç içe geçer. Belki de bu yüzden mezarlıklar sadece ölülerin değil, aynı zamanda derin bir farkındalığa sahip olanların da durağıdır.
Sessizlik, burada bir son değil, bir başlangıçtır. Mezarlıklar bağırmaz, onlar sadece var olur . Ve kendi lisanıyla hayatın, sessizlik kadar geçici, sessizlik kadar görkemli olduğunu bize hatırlatıp durur.